MÜSLÜMAN KIYAMETİ…..
Havada olağandışı bir ağırlık ve garip bir koku vardı. İnsan kendini derin bir yer altı mağarasında hissediyordu. Ovalara, savanalara, düz ve alçak yerlere koyu bir sis ve duman inmişti. Havada tek bir bulut bile yoktu. Etrafta göz kamaştırıcı bir aydınlık vardı. Batıdan doğan güneş, gökyüzünde tepede hareketsiz duruyordu. Bütün ihtişamı ile dolunay doğmuş ve ay yarılmıştı.
Yıldızların ışığının sönmesi ile birlikte gök de yarılmaya başlamış ve dağlar parça parça olarak etrafa savrulmuşlardı. Gölgeler kaybolmuştu. Günler geceleri izlemiyordu artık. Birbirlerine çarparak parçalanan yıldızlarla beraber geceler de yok olmuştu. Güneşle ay bir araya gelmişti.
Rüzgarlar kesilmiş, büyük göller ve denizler durulmuştu. Büyük okyanuslar bile dalgasızdı. Bütün dünya derin bir sessizliğe bürünmüştü. Çalılar, çırpılar kıpırdamıyor, ağaçlarda dallar hareket etmiyor, yapraklar hışırdamıyordu.
Hayvanlar alemi de derin bir sessizliği bürünmüştü. Kuşlar ötmüyor, cıvıldamıyor, kurtlar ulumuyor ve köpekler havlamıyordu. Olmadık yerlerde olmadık hayvanlar türemişti.
Bir süre önce Dabbat-ül- arz yerden çıkmış ve insanlarla konuşmaya başlamıştı. Şehirlerin merkezlerinde aslan, kaplan, ayı ve diğer yırtıcı ve vahşi etobur hayvanlar küçük gruplar oluşturuyor, onlara eşlik eden geyik, ceylan, inek, koyun ve keçilerle birlikte omuz omuza dolaşıyorlardı.
Nesilleri çoktan tükenmiş bir takım garip hayvanlar peyda olmuştu. Dinozorlar geniş sürüler halinde nehir boylarında ve sahillerde ilerliyor, sonra ovalara yönelip, kalın sis tabakaları içinde kaybolup gidiyorlardı.
Nehirler ters akıyordu! Balıklar başlarını sudan çıkarmış etrafı izliyor, bir çoğu kıyılarda ve nehir kenarlarında kuyrukları üzerinde dikiliyor ve yüzgeçleri üzerinde yürüyorlardı. Sudan çıkmaktan rahatsız olmuş görünmüyorlardı. Büyük balıklara, yunus ve balinalara okyanusların yanı sıra, nehir yataklarında, büyük göl ve geniş su birikintilerinde de rastlanmaya başlanmıştı.
İnsanlar ortalıkta görünmüyorlardı. Herkes evine, barkına çekilmis, evsiz olanlar boş bina ve mağaralarda bir araya gelmişlerdi. Cadde ve sokaklar boştu. Hiç bir araç hareket etmiyordu. Uçaklar hava alanlarında hangarlara çekilmis, gemiler limanlarda ve açıklarda demirlemiş, trenler gar ve istasyonlarda uzun kuyruklar oluşturmuşlardı. Ne olduğunu ve daha nelerin olacağını henüz tam olarak idrak edememelerine rağmen insanlar, paniğe kapılmıyorlardı. Radyo ve televizyon istasyonları yayınlarını kesmişlerdi. Telefonlar ve diğer haberleşme araçları çalışmıyordu. İnsanlar birbirleri ile konuşmuyorlardı. Kimseden ses seda çıkmıyordu. Herkes bir köşeye çekilmis huşu içinde dua ediyordu. Dua ettiklerini gösteren tek belirti dudaklarının kıpırdamasıydı. Kimse acıkmıyor, susamıyor ve tuvalet gereksinimi duymuyordu. Bebekler ağlamıyor, çocuklar oyuncakları ile oynamadan sessizce bir kenarda oturuyor, kan ter içinde yüzen kadın ve erkekler korku dolu endişeli gözlerle etrafa ve birbirlerine bakıyorlar, bakışları ile etrafa dehşet saçıyorlardı. Cami, kilise, sinagog ve diğer mabed yerleri derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ezan okunmuyor, kilise çanlari çalmıyor, gonglar Budist mabetlerini çınlatmıyordu. Bütün ibadet yerleri boştu. Hoca, imam, müezzin, papaz, haham ve budist rahipler ortadan kaybolmuşlardı. Papalıktan haber alınmıyordu.
Bu olağanüstü durum altı gün sürdü. Bu süre içinde insanlar ve hayvanlar arasında doğan ve ölen olmadı. Ağaçlar tomurcuklanmadı, çimenler uzamadı. Hamile kadınlar ve dişi hayvanlar zamanları geldiği halde, doğurmadı.
Yedinci gün güneş kararmaya başladı.
İsrafil, sur-u İsrafil’in ilkini çaldı.
Bütün evrende yaşam sona ermek üzereydi. Azrail yeryüzüne inmiş, yaşayanların canını almaya başlamıştı. Kimse ölenlerin ardından ağlamıyordu. Anneler, bebek ve çocuklarını azraile bizzat teslim ediyorlar, kendi başlarına gelecek sonu sabır ve metanet içinde bekliyorlardı.
Gün doğusundan, gün batısına kadar bütün gökyüzü önce sarı, sonra pembe, eflatun, mor ve kızıl bir renge büründü. Bu zemin üzeride beliren irili ufaklı, zifiri karanlık kara bulutlar, rüzgarsız havada büyük hızlarla hareket ediyorlardı. Arada bir şimşekler çakıyor ve yıldırımlar düşüyordu ama, hala ses çıkmıyordu.
Aniden, kızıl gökyüzünde kanatlı melekler belirdi. Geniş, beyaz kanatlarını çırpmadan havada uçuyorlardı.
İsrafil, boruyu ikinci kere çaldı.
Bunu önce hafif bir mırıltı izledi. Bu mırıltı yayılmaya ve giderek gürleşmeye başladı. Bir süre sonra yerini derin bir uğultuya terketti. Sanki binlerce, yüzbinlerce, hatta milyonlarca insan hep bir ağızdan mırıldanıyor, konuşmaya ve birşeyler söylemeye çalışıyorlardı. Ne denildiği anlaşılmıyordu. İnsanlar dirilmeye, yerin dibinden yeryüzüne çıkmaya başlamışlardı. Önce eller toprağı yarıp yeryüzüne ulaşıyor, onu baş ve vücut izliyordu. Topraktan bitiyordu, insanlar. Yalnız mezarlıklardan değil, yerin hemen her arşınından çıkan bu insanlar, hep bereber mırıldana, homurdana, söylene, bir yöne doğru ilerliyorlardı. Aralarında bebekler, çocuklar, her yaşta kadınlar ve erkekler vardı.
Bir süre sonra yeryüzü ezan sesleri ile inlemeye başladı. Yalnız cami ve mescitlerden, Müslüman konutlarından değil, aynı zamanda kilise, sinagog ve mabetlerden de ezan sesleri yükselmeye başlamıştı. Artık kilise çanları çalmıyor, budist mabetlerinde gonga vurulmuyordu. Bütün insanlık hep bir ağızdan ezan okuyordu. Aralarında putataparların, ateistlerin, Yahudi, Hristiyan, Müslüman ve Budistlerin de olduğu, çoğu bugün için ölümden diriltilmiş milyarlarca insan, hep bir ağızdan topluca Allah-ü ekber çekerek, hesap verecekleri merciye doğru ağır adımlarla ilerliyorlardı.
Mahşer günü gelmişti……..
Comments